Translate

25 Kasım 2011 Cuma

Sarayburnu Atatürk Heykeli (3 Ekim 1926)

http://www.arastiralim.com/cumhuriyet-ideolojisinin-gorsellestirildigi-ilk-eser.html



Cumhuriyet ideolojisinin görselleştirilmesi yolunda atılan ilk adımdır. İstanbul Belediyesi tarafından diktirilmiştir. Anıtın açılışını o dönemin belediye başkanı, Şehremini Muhittin Bey (Üstündağ) muhteşem bir törenle yapmıştır ve İstanbul halkı anıtı gecenin geç saatine kadar akın akın seyre gelmiştir.
Avusturya’lı heykeltıraş Heinrich Krippel 1925 yılında Atatürk anıtları yaptırılmak amacı ile Türk Hükümeti’nin davetlisi olarak Türkiye’ye geldi. 1938’e kadar on üç yıl Türkiye’de kalarak Atatürk heykelleri gerçekleştirdi.
Atatürk sanatçıyı köşkte misafir ederek hazırlayacağı tüm heykeller için kendisine poz vermiştir. Krippel bu heykel ve anıtların ön çalışmaları ve taslaklarını Türkiye’de hazırladı. Bu taslaklardan tasarlanarak hazırlanan heykel kalıpları sanatçının Viyana’daki atölyesinde üretildi ve Viyana Birleşik Maden işletmelerinde bronza döküldü. Bu heykeller daha sonra parçalar halinde Türkiye’ye getirildi ve yerlerinde monte edildi.
(tr.wikipedia.org)
İstanbul ili Eminönü ilçesi, Sarayburnu’nda, Gülhane Parkı’nın denize yönelik giriş kapısının bulunduğu alanda Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak için Samsun’a gitmek üzere gemiye bindiği yerde yapılmıştır. Kaynaklardaki bir başka bilgiye göre de; Atatürk Kurtuluş Savaşı’ndan sonra İstanbul’a ilk gelişinde burada karaya çıkmış, Harf Devrimi 9 Ağustos 1928’de burada halka söylenmiştir. Cumhuriyet döneminde İstanbul’da yapılan ilk Atatürk Anıtıdır.
Sarayburnu’ndaki Atatürk heykeli Avusturyalı Heykeltıraş Heinrinck Krippel tarafından yapılmıştır. Heykel sanatçının Viyana’daki atölyesinde yapılmış, dökümü Viyana’da Birleşik Maden İşletmelerinde yapılmış, parçalar halinde Türkiye’ye getirilmiş ve heykeltıraşın denetiminde yerine oturtulmuştur. Yapımına 1925 yılında başlanan heykelin açılışı 3 Ekim 1926’da yapılmıştır.
Heykel 3 m yüksekliğinde, yukarıya doğru hafifçe daralan mermer ve granitten dikdörtgen bir kaide üzerindedir. Bu kaide iki katlı dikdörtgen bir platform üzerindedir. Platformun birinci katına dört, ikinci katına da üç basamakla çıkılmaktadır. Ayrıca bu alanın çevresi 70 cm. yüksekliğinde alçak bir duvarla çevrilmiştir. Üçgen, kare ve altıgen motiflerle dekore edilmiş duvarlara birer metre aralıklarla birer metre yüksekliğinde üzerlerinde kubbeye benzer başlıkları olan sütunlar yerleştirilmiştir.
Atatürk’ün heykeli bronzdan dökülmüş olup, Atatürk burada sivil giysileri ile tasvir edilmiştir. Sol elini beline dayamış, sağ elini de aşağıya doğru uzatmıştır. Heykelin kaidesinin önünde Hattat Kamil Akdik’in yazısı ile “tarihi ihtilas 1336”, arka yüzünde heykelin dikiliş tarihi 1926, yan tarafında Cumhuriyet’in ilân tarihi yazılıdır.
(www.kenthaber.com)
İstanbul Belediyesi tarafından diktirilen heykelin açılışı sonrasında Belediye yetkilileri Atatürk’ten bir telgraf alır: “Muhterem İstanbul Halkının ilk defa heykelimi dikmek suretiyle gösterdiği yüksek kadirşinaslıktan ve resm-i küşat münasebetiyle hakkımda izhar buyurulan necip hissiyattan dolayı samimi teşekkürlerimi arzederim. Sözün bundan sonrası heykeltıraşlarındır.” (Gültekin Elibal, Atatürk ve Resim-Heykel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1973, s.194.) Evet, sözün bundan sonrası heykeltıraşlarındır ama heykeltıraşlar söz birliği etmiştir adeta ve hep aynı sözü yineleyeceklerdir.
(iput83.blogspot.com)
SUNAY AKIN diyor ki;
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte bizim kentlerimizin meydanlarında heykeller ilk kez görünmeye başladı. Onlardan tabii ki ilki de bir Atatürk heykelidir. Bunu Avusturyalı heykeltraş Kristen yapar. Avusturyalı heykeltraş Kristen’in de sonu çok hüzünlü. Kristen 2. Dünya Savaşı’nda bir hava bombardımanı sırasında ölüyor. Düşünsenize taşları yontarak o güzel ilk Atatürk heykelini yapan el, taşların altında kalarak can veriyor.
“Benden sonrakiler bu duruşu örnek alsın”
Bu heykel Sarayburnu’na konuyor. Sarayburnu’ndaki heykel yapılan ilk Atatürk heykelidir. Oraya konan Atatürk heykeli sırtını saraya ve Avrupa’ya dönmüş Anadolu’ya bakmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkarken yola İstanbul’dan başlamaktadır. Geçiyor Anadolu’ya, devrimi gerçekleştiriyorlar ve sonra Türkiye Cumhuriyeti kurulunca İstanbul’a ilk Atatürk heykeli konuyor. Saraya sırtını dönmüş, Anadolu’ya bakar bir şekilde Sarayburnu’na heykeli konuyor. Atatürk der ki “Heykel durduğu yerle de bir şey anlatır. Heykelim orada olsun ki benden sonrakiler bu duruşu örnek alsın.”

8 Kasım 2011 Salı

Vücudun su istemesinin 46 nedeni

Suyun her zaman yararlı olduğunu biliyorduk da, şimdi onun, niçin doğanın en basit, en etkili, en güvenli ve en "yan etkisiz" mucizevi ilacı olduğunu öğrenmek zamanı… Yeni ve sağlıklı bir yaşama başlamak, şu an ellerinizin arasında tutacağınız bir bardak suda…

Çünkü hayatımızın en vazgeçilmez ama bilinçli olarak, öneminin asla farkına varamadığımız birincil ögesi: Su!.. Su / Hasta Değil Susuzsunuz adlı kitapta konuyla ilgili oldukça orijinal ve dikkate alınması gereken tespitler var...

Yalnızca canımız istediği zaman su içeriz. Öte yandan, Ay'ın milimetrik birtakım hareketlerinin dünyamızdaki suyu etkilediğini, böylelikle denizlerin yükseldiğini ve alçaldığını coğrafya kitaplarından da biliriz. Durum böyleyken, yani insan evladı da bu dünyanın malzemesinden oluştuğuna göre, vücudumuzdaki su seviyelerinin ne âlemde olduğunu aklımıza bile getirmeyiz. İçinde bulunduğumuz toplumun yeme içme alışkanlıklarının bir eseri olarak, edindiğimiz su içme alışkanlığı bütün hayatımıza egemen olur, örneğin acılı bir yemeğin üzerine iki bardak su içmek rahatlatır, yazın sıcaklarda canımız hep su ister, vesaire…

İranlı hekim Batmanghelidj, Su / Hasta Değil Susuzsunuz adlı kitabında hiç de böyle düşünmüyor. Tüm hastalıkların biricik nedeninin, vücudun susuz kalması olgusuna dayandığını öne sürüyor. Bu öne sürüşünü "binlerce su deneyimi" ile de açıkça ortaya koyuyor.

Dr. Batmanghelidj, suyun bilumum hastalıklara iyi geldiğini, insanı iyileştirdiğini "tesadüfen" hapishanede öğrenmiş. Peki, bir hekimin, eğer cezaevi doktoru değilse orada işi nedir? Doktorumuz bir suçlu! Suçu, Şah döneminde rejim karşıtı devrimci örgüt Halkın Mücahitleri'ne yardım ve yataklık yapmak. Mollalar iktidara geldikten sonra da doğal olarak tutuklanıyor ve İran'ın en ünlü işkence hanesi Evin Hapishanesi' ne atılıyor. Malum, bilenler biler (!) hapishaneler yeme-içme, sindirim-boşaltım koşulları açısından bir insanın, özgürlüğüne kavuştuktan sonra bile hayatının sonuna kadar kendini toparlayamayacağı, cezalandırma mekânlarıdır. Hal böyle olunca, alabildiğine maddi ve manevi işkence gören ve doğru dürüst beslenemeyen insanların ilk başına gelen midelerinin iflas etmesidir.

Bir gün koğuşta, hapisliklerden birisi inanılmaz mide sancılarıyla kıvranmaya başlayınca, doktorumuz gayri ihtiyarı olaya müdahale ediyor ve adamcağıza iki bardak su içiriveriyor. Çok geçmeden sancıların dindiğini gözlemliyor. Bu olay, Dr. Batmanghelidj' in, suyun hastalıkların tedavisinde ne denli bir etkisi olduğunu ilk keşfettiği an oluyor. Bundan sonra su çalışmalarını yoğunlaştıran yazarımız, 2,5 yıl içerisinde Evin'in tezgahından geçen yaklaşık 2 bin tutuklu ve hükümlüyü birer birer iyileştiriyor, yalnızca suyla…

Derken, 2,5 yıl kadar sonra tahliye zamanı geldiğinde, hapishane müdürüne ricada bulunuyor, "lütfen beni 1 yıl daha burada tutun, zira araştırmalarımın en önemli evresine girmiş bulunmaktayım ve bu kadar çok hastayı dünyanın hiçbir yerinde, bu koşullarda bulamam…"

Böylece, yazarımız 1 yıl daha "gönüllü hapislik" hayatını sürdürüyor, sonra da doğru Amerika'ya… Araştırma ve çalışmaları yıllarca sürüyor ve nihayet bu kitap ortaya çıkıyor.

Yazarımız, önsözünde şu anlamlı cümleleri kullanıyor: "Bu kitapta okuyacaklarınız yeni bilgilerdir ve bunlar fizyoloji bilimine yeni açıklamalar getirmektedir. Burada sözü edilen fizyoloji, ilaç üreticilerinin kullandıkları bilim değil, vücuttaki canlı dokularla organların doğal çalışmalarını tanımlayan bilim dalıdır. Bu kitap, bazı önemli sağlık sorunlarıyla bu sorunlarının nedenlerinden ve doğal yöntemlerle tedavilerinden söz etmektedir. Bir sağlık sorununun nedeni ve tedavisi açığa çıktığında, hiç kimsenin anlayamadığı tıbbi terimlere gerek kalmaz. Burada okuyacaklarınız kapsamlı bir klinik ve bilimsel araştırmaya dayanmaktadır. Bu kitaptaki bilgilerini derleyebilmek için, 1950'de Londra'daki St. Mary Üniversite Hastanesi Tıp Fakültesi'nde başlayan tıp eğitimimden sonra 22 yıldan fazla araştırma yaptım, çalıştım ve yazdım.”

"Bu kitapta, birçok ciddi hastalığın tedavi nedeni olan kronik gizli dehidrasyonun (susuzluğun) fizyolojik etkisi ve metabolik komplikasyonlarından söz edeceğim. Bugün, bunun çağdaş tıbbın en büyük gelişmesi olduğunu inananlar var."

Çağımızın bazı sağlık sorunlarından söz eden bu basit sunum, bütün dünyada bilim ve mantığa dayalı tıbba geçiş için bir rehber olacaktır. Elinizdeki kitap, toplumun ivedi çözüm isteyen sorunları için yazılmıştır. Özellikle 15 milyon astımlı çocuğun ailesinin bu hastalığın nedenini ve çocukların yaşamlarını kurtarabilecek basit ve ucuz tedavi yöntemini öğrenmesi çok önemlidir."


Yazara göre vücudumuz tam 46 nedenle suya ihtiyaç duyuyor.

1- Hiçbir şey susuz yaşayamaz.

2- Göreceli su yetersizliği vücudun bazı fonksiyonlarını önce bastırır, sonra öldürür.

3- Su temel enerji kaynağıdır, vücudun "nakit akımıdır."

4- Su vücudun her hücresinde elektriksel ve manyetik enerji üretir, bize yaşam gücü verir.

5- Hücre yapısındaki maddeleri birbirine bağlayan bir yapıştırıcıdır.

6- DNA hasarını önler ve onarım mekanizmalarının daha iyi çalışmasına yardımcı olur, böylece üretilen anormal DNA sayısı azalır.

7- Bağışıklık sisteminin (bütün mekanizmalarının) merkezi olan kemik iliğinde, bu sistemi kanser de dahil olmak üzere, çeşitli hastalıklara karşı güçlendirir.

8- Bütün besinlerin, vitmin ve minerallerin temel çözücüsüdür. Vücutta besinleri küçük parçalara ayırır, sindirimlerinde ve son metobolik aşamalarında görev yapar.

9- Besinlere enerji verir ve parçalanan besinler sindirim sırasında bu enerjiyi vücuda aktarır. Susuz yenen yemeğin vücut için hiçbir enerji değeri yoktur.

10- Su, besinlerdeki gerekli ögelerin emilimini artırır.

11- Bütün ögelerin vücuda taşınmasına yardımcı olur.

12- Akciğerlerde oksijen toplayan kırmızı kan hücrelerinin çalışma verimini artırır.

13- Hücreye ulaşan su, o hücreye oksijen verir ve atık gazları vücuttan atılmaları için akciğerlere taşır.

14- Vücudun çeşitli bölgelerinden zehirli atıkları toplar ve atılmaları için karaciğer ya da böbreklere taşır.

15- Eklem boşluklarındaki temel yağlayıcı maddedir, artrit ve sırt ağrılarının oluşumunun önlenmesinde yardımcı olur.

16- Omurgadaki diskleri "şok emici su yastıkları"na dönüştürür.

17- Bağırsakları en iyi çalıştıran yağlayıcı maddedir, kabızlığı önler.

18- Kalp krizi ve felce karşı koruyucudur.

19- Kalp ve beyin damarlarında pıhtılaşmayı önler.

20- Vücudun soğutma (terleme) ve ısıtma (elektrik) sistemleri için vazgeçilmezdir.

21- Düşünme başta olmak üzere, bütün beyin fonksiyonları için bize güç ve elektriksel enerji verir.

22- Serotonin ve diğer nörotransmitterlerin (sinir ileticileri) üretimi için vazgeçilmezdir.

23- Melatonin de dahil olmak üzere, beyinde üretilen bütün hormonların yapımı için gereklidir.

24- Çocuklarda ve yetişkinlerde dikkat yetersizliği sorununa çözüm getirir.

25- Çalışma verimini artırır ve dikkat aralığını büyütür.

26- Su dünyadaki diğer bütün içeceklerden daha kolay bulunabilir ve hiçbir yan etkisi yoktur.

27- Stres, gerginlik ve depresyonun hafiflemesine yardımcı olur.

28- Uykuyu düzenler.

29- Yorgunluğun giderilmesine yardımcı olur ve bize gençliğin enerjisini verir.

30- Cildi yumuşatır ve yaşlılık belirtilerinin azalmasına yardımcı olur.

31- Gözlere canlılık ve parlaklık verir.

32- Glokomdan korunmamıza yardım eder.

33- Kemik iliğinde kan üretim sistemlerini düzenler, lösemi ve lenfoma oluşumunun önlenmesine yardımcı olur.

34- Vücutta enfeksiyon ve kanser hücrelerinin geliştiği bölgelerde bağışıklık sistemini güçlendirmek için çok gereklidir.

35- Kanı sulandırır ve dolaşım sırasında pıhtılaşmasını önler.

36- Kadınlarda, adet öncesi ağrıyı ve ateş basmasını hafifletir.

37- Kalp atışıyla birlikte kanı sulandırıp dalgalandırarak dolaşımdaki katı maddelerin dibe çökmesini engeller.

38- İnsan vücudunda dehidrasyon sırasında kullanılabilecek bir su deposu yoktur. Bu nedenle gün boyunca düzenli olarak su içmemiz gerekir.

39- Dehidrasyon cinsellik hormonunun üretimine engel olur, bu iktidarsızlık ve libido kaybının başlıca nedenlerinden biridir.

40- Su içtiğiniz zaman susuzluk ve açlık duygularını ayırt edebilirsiniz.

41- Kilo vermenin en iyi yolu su içmektir. Düzenli aralıklarla su için ve sıkı bir rejim yapmadan zayıflayın. Acıktığınız zaman aşırı yememeli, ama susadığınızda suyunuzu içmelisiniz.

42- Dehidrasyon doku boşlukları, eklemler, böbrekler, karaciğer, beyin ve deride zehirli çökeltilerin birikmesine yol açar. Su bunları temizler.

43- Su, gebelikte sabah bulantılarını azaltır.

44- Zihin ve vücut fonksiyonlarını bütünleştirir. Karar verme ve hedefleri belirleme yeteneğini artırır.

45- Yaşılıkta bellek kaybının önlenmesine yardımcı olur. Alzheimer, multipl skleroz, Parkinson ve Lou Gehring hastalıklarının riskini azaltır.

46- Kafein, alkol ve bazı ilaçlara duyulan bağımlılığın giderilmesine yardımcı olur.

Bu kitabı ilk okuduğundan bu yana artık "bol sulu bir yaşam süren" kitap editörü de ısrarla bu kitabı tavsiye etmektedir: Çünkü, vücudunuzu, yıllardır, bir "atık ilaç deposu" haline getirmekten bir an evvel kurtarmanız gerekiyor..

                3- http://topraksuenerji.org/?p=1024

7 Ekim 2011 Cuma

JOBS ÖLDÜ BİR DİŞ ISIRILMIŞ ELMA ÖLMEYECEK


  (İkinci diş ameliyatımı oldum hayatımda ilk kez altı gün evden çıkmadım, hasta masta yazacak halim yok ama birkaç satır olsun Steve Jobs'un ölümüne sessiz kalamazdım, çalakalem oldu kusura bakmayın.. )

70'li yıllarda sadece basit toplama çıkartma yapan elektronik hesap makinesi ve bir çocuk oyunu atari oyunlarıyla başlayan bilgisayar tarihinin en büyük ismi Steve Jobs dün öldü..
Apple adlı markanın ve ünlü ürünleri iPod'u iPhone'u iPadMacintosh'u tanımayan dünyalı kalmadı.
Teknolojiye tam bağımlı hayatım iki büyük kölelik dönemi yaşadı, birinci dönem tam anlamıyla IBM'in bağımlısıydık ikinci dönem kişisel bilgisayarlara.
70'li yılların başında matbaaya ilk adım attığımda tek başına fabrikayı andıran dizgi makinesinin adı Heidegger'di.
Ünlü bir Alman filozofun adını taşıyan Heidegger'in bir mekanik dehası bu makineleri seyretmek lunapark eğlencesinden daha keyifliydi.
Heidegger matbaada gerçek bir devrim yapmıştı, o güne kadar matbaa dediğimiz tek bir işçinin (mürettip) tek tek harflerin satırlara dizilmesi ve sonra üstleri boyanıp baskıyla kağıda geçirilmesiydi..
Heidegger müthiş bir sürat getirdi, önce bir daktilo gibi klavyesi olan dev makinenin önüne oturuyorsunuz ve tuşlara dokunup bir kelime yazdığınızda diyelim "Ali" yazdınız, kurşun eriyikle dolu hazneden eriyik akıyor ve o anda bir kalıp gibi Ali kelimesi kurşundan harflere (hurufat) dökülüyordu.
Heidegger dünyada matbaacılığın hızını kat kat arttırdı, aslında icadı bildiğimiz "dökmecilik"le daktiloyu birleştirmesiydi.
Heidegger makineleri mekanik çağın harikalarıydı, tek bir tuşa dokunduğunuzda bir canavarı andıran makinenin bin ayrı parçası sırayla onlarca işlemi peşpeşe ve süratle yapıyor, bin ayrı mekanik kolun seri ve düzenli çalışması sizde hayranlık duygusu uyandırıyordu.
Henüz biz hayattayken mekanik'in ölümünü ve elektronik'in dünyayı değiştirmesine şahit olduk..
IBM 1900'lü yılların başında Amerika'da kurulmuştu ve 1950'ye geldiğimizde dünyayı istilaya çoktan başlamıştı, yaptığı şuydu, bu dev fabrikayı andıran makineyi bir büro içine bir masa üstüne taşımayı başarmak...
Bu büyük devrimi bildiğiniz mekanik daktiloyu elektronik'e döndürerek yaptı, ancak buna "elektronik" diyemeyiz, "elektrikli mekanik" adı daha uygun düşer ve elektrikli daktiloları 1960'lı yıllarda dünya gazetelerinin tüm bürolarına gelip yerleşti.
1976'ın sonunda Milliyet Gazetesi dizgi servisinde çalışmaya başladığımda bu efsane makineler son günlerini yaşıyordu, ağırdılar hantaldılar ve satır sonlarını cetvel gibi bir düzene sokmak çok ince yorucu uğraş istiyordu, sabahlara kadar makinenin başında canım çıkardı.
Birkaç yıla kalmadan IBM'ın bir mucizesi denilen ancak teknoloji tarihinin en büyük fiyaskoları arasında yer alan buzdolabı büyüklüğünde compugrafic'le tanıştık, compugraficlere mekanik çağın ölümünü hazırlayan son çırpınışlar diyebiliriz..
Makine içinde bildiğiniz filmden bir şeritin döndüğü bir tekerlek vardı. Siz klavyede hangi harfe dokunuyorsanız bir ışık tekerleğin üstündeki harfin karşısında duruyor ve (dakikada beşyüzelli tuşa dokunduğunuz düşünülürse) o kadar hızlı, harfler yine fotoğrafcılarda olduğu gibi fotoğrafını çekiyordu.
Tıpkı fotoğraf stüdyosunda olduğu gibi rulo sarılmış fotoğraf kartını banyo odasına götürüp filmi yıkayarak beyaz kart üstünde yazıları çıkartıyor ve sonra pkaj (sayfaya yapıştırma) servisine gönderiyorduk.
Ne kadar karmaşık değil mi, film, banyo, buzdolabı büyüklüğü.
Oysa IBM dünya teknoloji deviydi ve teknolojinin ilahı sayılan bütün deha mühendisleri yüz yıldır bünyesinde çalıştırıyordu, hem teknoloji birikimi hem araştırmaları hem dörtyüz bin çalışanı hem şirket büyüklüğünde bir Amerikan mucizesiydi, ilk gençlik yıllarında dünyanın en büyük şirketlerini sayarken Shell derdik General Motor ve IBM.
IBM muhteşem bir kurumdu, disiplin çalışma başarı IBM tarihinde inanılmazdır, şirket olarak efsanesi yüzyılımızın en çarpıcı hikayelerindendir.
İşte bu devasa şirketi dize getiren birkaç kafadar, bugün Apple'den bahsederken Holt, Markkula gibi isimler sıralanır ancak işin temeli Wozniak ve Steve Jobs'dur.
Apple, birikim, çalışan, sermaye ve şirket büyüklüğüyle gelmiş geçmiş tarihlerin en büyük şirketi IBM'in fiyakasını elinden nasıl aldı?
Ne demiştik, IBM dev heidegger makinelerinin hayatını bitirip büroya sekreterin önüne kadar rahatlatmıştı işi. İşte Apple daha da öteye gitti ve bürodan masa üstünden ötesine taşınabilir cebe sokulabilir hale getirdi..
Ve "kişisel" diye bir kavramla tanıştı dünya: kişisel bilgisayar.
Başlayalım Jobs'un hikayesine.. Apple'ın amblemi bir diş alınmış elma.. Ne demek bu? Steve Jobs'un ilk gençlik yıllarında epey uzunca sürmüş "hippi" hayatını Hindistan Tibet yolculuk ve maceralarını bilmezsek anlayamayız.
Tek diş ısırılmış elma II. Dünya Savaşı'nda Alman şifrelerini çözüp savaş kahramanı olmuş Alan Turing'in ölümünde elinde bulunan siyanürlü elmayı ifade ettiği söylenir, bilinir..
Ancak aynı tek diş ısırılmış elmayı bir de Jobs'un hayatında aramak lazım.
Jobs'un ilk gençlik yılları guruların peşinde geçti, iç aydınlanma, Budha, Katmandu, Nepal.. Sonra katıldığı kurduğu "komün" çiftlikler sonra vegeteryan oluşu.
Jobs sadece meyve yenilerek yaşanabileceğine inanmış bir uzak doğu deneyiminden geliyordu..
Eğer bir ısırık alınmışsa, bu size dair bir elma'dır, yani şu "kişiselliği" ifade eden elmanın üstündeki "ısırık"tır.

Wozniak ve Steve Jobs'un Apple hikayesinde "para kazanmanın üstünde" başka şeyler var, büyük şirket olmanın ötesinde bambaşka bir yol haritası var.
70'li yılların ortalarında ellerinde beş kuruşları olmadığı günlerde iç aydınlanmadan öte bir başkaldırının çocuğuydu Steve Jobs.. Büyük devasa şirketler ve kurumların hegemonyasına karşı, kurulu aile düzeni kurulu yasalara kurulu kültüre karşı askerliğe devlete savaşlara karşı.
Elektronik parçalarla oynamaya kıtalararası füze projelerinde çalışan mühendis babasıyla başlamıştı, daha dört beş yaşında, ampul, batarya, elektrik devreleri gibi radyo ve telsiz parçalarıyla elektrik çağının oyuncaklarını çoktan öğrenmiş komşularına sinyal göndermeye başlamıştı..Onlu yaşlarda elektroniğin fizik evrenini kavramaya başlamış, çipler, entegre devreler, silikonlarla ve yirmi yaşlara girerken yepyeni bir çağın habercisi "atari" oyunlarına merak salmış, şirketinde çalışmış, yazılımlar geliştirmiş.
68 kuşağının çiçek çocukları 80'li yıllar yaklaşırken dünyanın dört bir yanından elektroniğin gelişmesine ve ilk basit bilgisayarların ortaya çıkmasına başka bir gözle baktı, kurulu dünyayı yıkacak bir teknolojik sıçrama. Devletlerin hakimlerin dinlerin iktidarını alaşağı edecek bambaşka bir çağın habercisi.
Kurulu iktidarlardan umudunu tam anlamıyla kesmiş nerdeyse tüm anarşistlerin elektronik devrelere yazılımlara hücum etmesi bu yüzden. Dünün anarşistleri çok iyi felsefecilerdi bugünün en sıradan anarşisti bile elektronik devreler konusunda amatör bir mühendistir.
Hatta Apple'de olduğu gibi tam meslekten mühendis değil bizim alaylı dediğimiz yarım yarım okuyarak muhteşem bir sıçrama yapan Steve Jobs benzeri yüzlerce genç insan.
Steve Jobs kimle ortaklık kurmuşsa ortağının ilk isyanı Steve Jobs'un giyimine olmuştur, bir jean pantolan bir tşört.
Wozniak ya da Steve Jobs, muz cumhuriyetlerinin kralları gibi, beş on büyük ada satın alabilir ve hayatlarının sonuna kadar krallar gibi yaşayabilirlerdi….
Krallar gibi yaşama hiçbir zaman akıllarından dahi geçmedi.
Kurumlara bağımlı olmadan çalışmak, ne demek, üstelik büyük bir şirket olmuşsanız, ne demek kurallara bağlı olmadan çalışmak.
Steve Jobs nerden bakarsan dünyanın en büyük şirketlerinden birinin üst yöneticisi, ama kabul edelim, ilk gençliğinden beri onu yaşatan tek şey bir büyük iddiadır: bağımsızlık insana ruhani bir enerji verir.
Bu cümleyi defalarca tekrar edelim: BAĞIMSIZLIK İNSANA RUHANİ BİR ENERJİ VERİR..
Katmandu Yolları'ndan elinde kalan buydu. Apple'ın dünyanın devasa şirketlerine karşı verdiği elektronikte tasarımda buluşçuluğun ötesinde ayağa kaldırmak istedikleri enerji, kişiyi, bireyi, kurumların dışına taşımaktı.
Başardılar mı? Tam evet diyemeyiz ama yüzde doksan evet ve üstüne yolunu açıp sadece bizlere değil bizzat kurumları da buna inandırdılar.
Apple'i Wozniak ya da Jobs defalarca satabilirdi ya da Amerikan'ın dev şirketleri Apple'ı yüz katı fiyatla defalarca satın alabilirdi.
Şirket diyoruz ama şirketin nüvesinde "kankalık" diye bir şey var, kafadarlık, satın alınamayan işte bu "arkadaşlık" bu "yola beraber çıkmışlık".. Bob Dylan'ın hayatını anlatan belgeselin adıydı galiba: "Eve Dönüş Yok".
Steve Jobs eve dönmedi…. Zaten gerçek babası annesini hiç tanıyamadı, mühendis babası onun üvey babası yani evlatlıktı.. Sadece Jobs mu, Apple kullanan onlu yaşlarda çocuklar evin içinde olsalar dahi "eve dönüyorlar mı?".
Hepimiz evin dışında "arkadaşlarımızla kendi dünyamızı kuruyoruz".
Fikir arkadaşı sohbet arkadaşı oyun arkadaşı dava arkadaşı, hepsini seçen biziz..
Ve bizim kuşağın büyük sorusu, iktidarlara ve kurumlara ve şirketlere ve devlete muhtaç olmadan kölesi olmadan tek başına kendi dünyamızı kurabilir miyiz?
Bizi hayata bağlayan bir türlü kendimizi zapt edemediğimiz bir türlü içimizde önüne geçemediğimiz bu fikir: raylarını başkalarının döşediği trenlere niçin binelim?
İşte Steve Jobs hepimizin hayatlarını etkileyerek değiştirerek geldi ve gitti. Bakıyorum hayatıma, çalıştığım hiçbir işyeriyle para konuşmadım, Leman Dergisi'yle "anca da beraber kanca da beraber" arkadaşlığıyla başladım, bugüne kadar sürdürüyorum, SKY'da çalışırken para konuşmadım, Serdar'la kafa kafaya verdik ağzımıza geleni söyledik, işte ODA TV, paranın adı dahi geçmedi. Dışarıdan bizim "muhasebe kayıtlarımıza bakanlar" kafayı yer, bu kadar yetenek bu kadar kitap, bunlar delirmiş olmalı der.
Eleştirel fütursuz kimsenin karışmadığı kendi başımıza dünyalar kurmaya çalışmak paranın çok ötesinde bir duygu, bu, dünyaya neden geldik'in bizim kuşaktaki karşılığı.
İşte gördünüz, ülkemizin üstünden bir vahşi hortum geçiyor ve askeri gazeteleri hakimleri üniversiteleri yani "kurum" diye ne varsa yıkıp yutup ele geçiriyor.
ABD işbirlikçisi cemaatin ve AKP'nin yutmadığı işini bitirmediği "kurum kalmadı"..
Artık ne kaldı geri, birkaç arkadaş… Birkaç bağımsız çizer birkaç bağımsız yazar, birkaç..
Peki bunca kurumu yutup silip ortadan kaldırdıkları halde bugün uğraştıkları kimler?
Dikkat edin birkaç bağımsız yazar gazeteci.
Bir arkadaşım kankasının kulağına "onun anasını ….." demiş. Vay nasıl der, dün gazeteleri okudum, insanlık dışıymış, ahlaksızlığın en vahşisiymiş.. Diyenler kim, hayatta kişi olamamış onun bunun ajanı onun bunun köpeği yazarlar.. Vahşice saldırılarının nedeni, her şeyi yıktılar ama bu "bireyleri" yıkamıyorlar.
Kurumları ele geçirdiler ama "bağımsız kişileri" ele geçiremiyorlar, çıldırıp saldırıyorlar…
Oysa ülkemizin en trajik yaralarına; Uğur Mumcu'nun, Hablemitoğlu'nun, Hrant'ın, Susurluk'un vb. altına değil elini boynunu uzatıp ölümüne mücadele verenler o devasa kurumlar değil, birkaç bağımsız gazeteci.
Sonerler, Barışlar, Nedim Şenerler hepsi bağımsız gazeteci.. Kurumlarını şirketlerini yakıp, uçurup toz ettiler ama onlar tek başlarına direniyor.
Aykırı ve bağımsız insanları yola getirmek kolay değildir, Avrupa bunu çok iyi bilir, F Tipi cezaevlerinin yapısı şeması hücreleri üzerine batılı bir çok makale okudum, hedeflenen şey, bu cezaevi üç dört yıl içinde insanın kişiliğini tamamen değiştirme üzerine tasarlandı.
A giren B çıkıyor. Demir giren, pamuk çıkıyor, toprak giren, ağaç çıkıyor yani sizi bambaşka bir "şekle" sokuyor, benim diyen en iddialı karakterleri dahi lime lime çözüyor.
Modern denilen Avrupa'nın aykırı ve bağımsız kişileri yola getirmek için kullandığı F Tipi cezaevlerini şimdi Amerikan ajanları, savcılar, bizleri dize getirmek için önümüze tek çıkar yol olarak koyuyorlar..
Bedri Rahmi ne güzel söylemiş: "kurmuşlar bir can pazarı, can alır can satarlar"
Yani içerisi kodes ruhunuzun kılıfını almak için tasarlandı, ajanların köpeklerin her gün birkaç yazarın özel notlarına bakıp, birkaç not ve bir telefon diyaloğundan, karşılarında gaddar Saddam diktatör Hitler varmış gibi savcılara alın bunları çığlıkları atmalarının sebebi bu.
Ne yapalım bizim varlığımız coşkumuza iç neşemize bağlı. Onların neşe dediği ise, bir nörolojik bozukluk olarak kendini tutamayıp kahkaha atma isteği., hani şu çizgi roman Teksas okurken kötü adamların kahkahaları.
Dağları taşları ormanları şirketleri kurumları yiyor yağmalıyor cebe indiriyorsunuz ve bizden de susmamızı tırsmamızı istiyorsunuz, öyle mi, be kardeşim siz bu ülkeyi hiç tanımamışsınız.."Hepimizin boynunda ölüm künyesi.. öyle bir musibet ki kardeşim.. ne son sor ne ben söyleyeyim.."
Kodesmiş ölümmüş tehditmiş bildiğinizi okuyun, ilk gençlik yıllarımızdan beri inandığımız tek şey, Bedri Rahmi'nin dediği gibi:
"Güzel dediğin yağmur misali hepimizin olmalı."
Dağ taş memleketi yağmalamışlar ses yok, üniversiteden medyaya kurumları yağmalamışlar ses yok, şimdi sıra tek tek bağımsız bireyleri yağmalamaya gelmiş.. Yok öyle yağma.
Bağımsız yazarlara gücünüz yetmez, bağımsız yazarlığı minnacık tanımış olsaydınız onları durdurmanın imkansız olduğunu beyhude olduğunu zaten bilirdiniz?
Benden söylemesi onları sadece fikirle belgeyle ya da arkadaşlıkla ikna edebilirsiniz. Ama hiç şansınız yok, çünkü yetiştiğiniz büyüdüğünüz çevrede numünelik olsun ilaç niyetine tek bir bağımsız yazar görme şansınız hiç olmadı, ne görmüşler ne yakınından geçmişler.
Karanlık partilerde karanlık tarikatlarda büyümüşler ne bilsinler güneşin lezzetini.
Nihat Genç
Odatv.com